NAZLI ERAY: 

HAYATIN YAZMAYA DEĞER OLDUĞUNU DÜŞÜNDÜĞÜM İÇİN YAZIYORUM

 

Nazlı Hanım, söyleşimize klasik bir soruyla başlamak istiyorum, Nazlı Eray neden yazıyor?

 

Mutlu olmak ve mutlu etmek için yazıyorum. Yazarken duyduğum coşku ve heyecanı okuyanlarımla paylaşmak için yazıyorum. Yarattığım bana ait dünyamda istediğim kişileri ve serüvenleri gönlümce anlatmak için yazıyorum. Her yeni kitabım bana bir şey kattığı için yazıyorum. Yıllar geçtikçe yazdığım kitaplarımda eksiklerimi ve artılarımı daha iyi ve net görebildiğim için yazıyorum. Yazmayı sevdiğim için yazıyorum. İnsanları sevdiğim için yazıyorum. Yaşama bir izdüşümü bırakmak için yazıyorum. Hayatın yazmaya değer olduğunu düşündüğüm için yazıyorum. Kitap yazmanın büyüsüne bağımlı olduğum için yazıyorum.

 

İlk öykünüz “Mösyö Hristo”yu ortaokuldayken yazmışsınız ve dönemin çok önemli bir dergisi olan Varlık’ta yayımlanmış, çok erken bir başarı ve erken bir keşif. Nasıl anlaşıldı yeteneğiniz? Bu ilk yazma yolculuğunuzu bizimle paylaşır mısınız?

 

On altı yaşında bir ortaokul öğrencisiydim. Sessiz ve sakin. Oturduğumuz Saadet Apartmanı’nın kapıcısı Mösyö Hristo’yu hikâyemde bir kuş gibi Pera’nın üstünde on iki saat uçurdum ve ona hayat muhasebesi yaptırdım. Kendimden çok emindim. Keşfedilmeyi bekliyordum. (Güler.) Hikâyeyi bir zarfın içine koyup okulun edebiyat kulübünün kapısının altından attım. Eve dönüp beklemeye başladım. O yıllarda uçan adamlar, Batman, Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Süpermen yoktu. Televizyon yoktu. Cep telefonu yoktu. İnternet yoktu. Aslında dünya küçücüktü ve pek bir şey yoktu. Köşede siyah bakalit bir telefon, Fransa’da benim haberim olmayan bir gerçeküstücülük akımı vardı yalnızca. Bu akımın öncüleri Sartre, Camus, Picasso da az biliniyordu ülkede. Güneş hafif hafif devriliyordu. Beklediğim telefon birden geldi. Beni okuldan çağırıyorlardı. Arka yollardan koşarak okula gittim. Edebiyat kulübü açıktı. Öğretmenler iki yana sıralanmıştı. Herkes bana Mösyö Hristo’yu soruyordu. Tebrikleri kabul etmeye başlamıştım. Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. Hikâyem kabul edilmişti. İlk defa bir yazar olmanın ne olduğunu hissettim o akşamüstü.

 

İyi ki keşfedildiniz ve iyi ki yazmaya devam ettiniz de o güzel eserinizle tanışmış olduk. Eserlerinizi okuduğumuzda görüyoruz ki, gerçeklerden yola çıkıyorsunuz ama fantastik bir dünyanın perdesini aralıyor, okuyucuyu bambaşka âlemlere götürüyorsunuz. İmkânsız diyeceğimiz anda, olanların hiç de imkânsız olmadığını görüyoruz. Gündelik yaşamda karşılaşmamızın mümkün olmadığı karakterlerin yanında, her an karşılaşabileceğimiz tipler ve karakterler de var. Aslında eserlerinizi okurken, siz yanımda anlatıyorsunuz ben de sizi dinliyorum, hatta sizinle gittiğiniz her yere geliyorum duygusuna kapılıyorum. Âşık Papağan Barı’nda göğsünüze saplanan bir Opel Vectra, bir yanda tamirciler bir yanda doktorlar ve arabanın içinde kahramanlar… Her birinin aynı mekânda ama başka bir boyutta ayrı ayrı devam eden hayatları ve aşk anlayışları çakışıyor. Hayatın en güzel hediyelerinden biri olan aşkı sorguluyorsunuz bu eserde. Müthiş bir kurguydu… Bu kitabın kurgulanma hikâyesini anlatır mısınız?

 

Bu kitap gerçek bir aşkı anlatıyor. Hüzünlü, çocuksu, nostaljik, saf bir aşkı... Kurgulanma dönemini şimdi tam anımsayamıyorum. İçimden hikâyenin aktığı gibi yazmıştım. Belki de başarısı bundandır. O yıllarda gençlerin başucu kitabı olmuştu. Başkişi koruyucu melek Hasan’ın işleri karıştırması, sevgililerin Ankara’nın bozkır gecesinde birdenbire kar altında kalmaları, parfümden bir göl ve pek tabii kalbe saplanıp onu parçalayan siyah bir Opel Vectra. Aşkı böyle anlatmak istemiştim. Âşık Papağan Barı’nda oturup dudakla konuşmalar, onun söyledikleri ve durmadan öp beni demesi... Rahat yazmış olduğum bir kitaptı. ‘Ne olursa olsun, içimden geldiği gibi’ diye yazdığım kitaplardan biri. Cinci Kebir’in muskasının içinde âşıkların yollarını kaybetmesi ve daha birçok şey... Aşk nedir? Karanlıkta bir buğday tarlası, çatlaktan görünen ayışığı, eski paslı bir musluktan damlayan su sesi veya kocaman bir bozkırı kucaklamaya çalışmak. Kim bilir...

 

Tanımlarınız da ne kadar orijinal ve ne kadar güzel şiir gibi, ‘bozkırı kucaklamak’ ‘buğday tarlası’ çağrışımlarıyla akıyor zihnimizde. “Aşk Yeniden İcat Edilmeli”de Jim Morrison’un ölümündeki gizin peşine düşerken sık sık, en çok da Vakkas’ın bahçesinde “gerçek dünya hangisi” diye bir soru soruyor ve okuyucuya da bunu sorgulatıyorsunuz. Okurken her sorduğunuzda, ben de kendime bu soruyu sordum. Gerçek dünya, rüya, tahayyül, yaşanan an, geçmiş vb. iç içeyse hangisini gerçek dünya olarak kabul etmeliyiz, aradaki sınır nedir? Ya da böyle bir ayrım yapmak gerekir mi?

 

Bence bunların hepsi gerçek dünya. Düşlediğimiz, dün bugün yarın, şu an, gece kulübü, konser salonu, Paris’teki ıssız mezarlık, Hollywood Avalon ve bozkırın ortasındaki Vakkas’ın bahçesi, arzular, istekler, Koyunbaba’da Jim Morrison’ın mezarüstü büstünün bize anlattıkları, ağzına tutulan sigaradan nefes çekmesi; hayal edebildiğimiz sürece bence bunların hepsi gerçek dünya. Bütün şehrin uykuları, mezarlıkların üstünde gece esen soğuk rüzgâr, sabaha karşı bir uçak penceresinden güneşin doğuşunu seyretmek, bazen ölmüş anneni düşünmek... (Hüzünlü). Bana kalırsa bütün bunlar gerçek dünya. Ayırmaya da bir gerek yok. Nasıl hissediyorsan, nasıl algılıyorsan, nasıl olmasını istiyorsan gerçek dünya o. Kedi topu gibi karmakarışık bir şey bu. Hiçbir zaman çözülebileceğini sanmıyorum. Anahtarı insan beyninin ve ruhunun derinliklerinde gizli kalmış yatıyor. Pencereden bak, ne görüyorsan gerçek dünya o. Bir başkasını çağır baktır, o ne görüyorsa gerçek dünya o.

 

Edebî eserlerin bilimsel buluşlara yol açtığını o buluşlar gerçekleştirildikten sonra anlıyoruz. Bilim dünyasında henüz klonlama yapılmadan önce -koyun Dolly’den önce- sizin Aşk Artık Burada Oturmuyor adlı eserinizde insanın klonlanmasından bahsediliyor, bir yazar olarak bu ilginç fikirler sizde nasıl doğuyor? Ayrıca bir banka kartıyla bir başka şehre, başka ülkeye ve başka bir zamana gitme, rüyalarda bazı tarihî kişilerle karşılaşmalar, geçmişi yeniden yaşama çabaları var. Gün gelip bu tür seyahatlerin gerçekleşeceğine dair bir inancınız var mı?

 

Yazdığım pek çok şey gerçekleşti bile. Arzu Sapağında İnecek Var adlı romanımda beyni okuyan bir fal makinesi vardı. Amerikalılar beyin dalgalarını çözen bir makine yapmışlar. Klonlanma olayını gerçekten koyun Dolly’den çok önce yazmıştım. O da aşk acısını anlatmak ve kaçıp giden bir erkeği kılından klonlayarak geri getirmek gibi bir şeydi. Bütün bu yazdıklarımın bir gün gerçek olmaması için hiçbir neden yok. Çağımızda teknoloji çok hızlı ilerliyor. Yürüyen kaldırımlar, uçan arabalar çok uzakta değil. Belki böyle buluşları düşünmeye yatkın bir beynim de var. Ama ben bunun farkında değilim. Bunlarla yazmak kadar ilgili değilim yani. Bunu ilk olarak asistanım Necla fark etmişti. En önemlisi bence Aşkı Giyinen Adam’daki yapay zekâ. Aşkı Giyinen Adam’ı yirmi yıl önce yazdığım düşünülürse. Koyun kellesine monte edilmiş komple bellekli benim beynim, kelle de benim anılarım, kelle durmadan anlatıyor, benim sevgilerim, benim gençliğim, benim kaçırdığım fırsatlar. Pişmiş kelle buzdolabında bir meze. Ben o evde bir misafir. Ve daha başka pek çok şey. İşte Aşkı Giyinen Adam ve yapay zekâ.

 

Doğru evet, tam bir yapay zekâ örneğiydi. Keşkeleri, başka ihtimalleri başka evrenlerde yaşatıyorsunuz... Kahramanlarınızdan Eva Peron ve doktoruyla, Marilyn Monroe, ünlü şair Rimbaud ve müzisyen Morrison’un yaşamıyla, Kennedy cinayetinin arka planıyla yüzleşiyorsunuz. Bu kişilerin seçilme nedenleri nedir?

 

Bu kişileri seçmemde bir özel neden yok. Bildiğiniz gibi hayatını yazmış olduğum Stalin, şarkıcı Eddie Fisher (Aşkı Giyinen Adam’ın başkişisi) ve Kennedy gibi diğerleri yüzyılımızı oluşturan, hayatımızın şu anki akışında rolleri bulunan, dünya ile ve tarih ile ilgilenen kişilerin bilmesi gereken, çok önemli, dünyaya şekil vermiş kişilikler. Milyonları coşturan pop starlar, gençliği dalgalandıran sesler, dünya savaşlarını yönlendiren liderler... Bunların hepsi yaşadığımız hayatın ve müşterek belleğin önemli kişileri. Bunları okuyorum, bunları inceliyorum, benim hayat uzantıma damga vurmuş kişiler bunlar. O bakımdan seçilmiş olmalılar. Tabii hepsi hakkında yıllarca süren incelemeler yaptım, başucu kitaplarım onların hayatlarından oluşur. Ben onları ilgi çekici bulurum. Şair Rimbaud ise benim idolüm. Son romanımda onunla karşılaştım ve heyecan içinde kaldım. Rimbaud’yu yazmak bambaşka bir şey. Aslında kendimi henüz o kıvamda görmüyorum. Rimbaud çok büyük ve çok ulaşılmaz benim için. Eva Peron’u çok kolaylıkla yazdım. Çünkü hayatı gerçekten fantastik. Marilyn Monroe ise eşi bir daha gelmemiş bir güzellik benim için. Onun öldürüldüğüne inanıyorum. Bütün bunları yazmak çok da ilginç. Çünkü araştırırken ve yazarken onların dünyalarına girip yaşıyorum. Bazen Stalin oluyorum bazen Marilyn. Kennedy beni çok etkiler. Talihsiz bir başkan. Böyle şeyler beni bu konulara çeker.

 

Eserlerinizde; geçmişten Paşa dedeniz, anneanneniz, dayınız ve annenizi anlattığınız bölümler yanında bugünden de kişiler yer alıyor, örneğin özendiğim dost bir karakter olan Lulla, şoförünüz, kızınız, aşklarınız… Bu kişiler öylesine isim olarak yer alan hayalî kişiler mi yoksa gerçek yaşamınızdan gerçek kişiler olarak mı yansıyor eserlerinize? Başka bir deyişle özel yaşamınız yazdıklarınıza ne ölçüde yansıyor?

 

Bütün bu kişiler gerçek. Yapıntı bir kişi kurgulayıp onu romanımda kullandığım çok enderdir. Çevremde o kadar gerçek kişiler var ki! Romanlarımın hepsinde benim hayatımdan parçalar, yaşanmışlıklar vardır. Benim iyi okurlarım bunları arar ve bulur. Biyografilerimde çocukluğumu, ilk gençliğimi, yaşadıklarımı, ilk aşkımı hep yazdım. Belki bunları kendim için yazdım. Hepsi gerçek ve hiçbir şey değiştirilmeden yazıldı. Mesela ben Ege’yi başka türlü yazamazdım. Öylesine etkilemişti beni bu ilk aşk. Ondan kaçışım, başka bir şehirde yaşamayı seçişim. Bütün bunlar benim hayatım. Ortalığı birbirine katan hatıra romanım Tozlu Altın Kafes. Satırlarında evliliğim ve Profesör Metin And. Satır satır doğru, bir belgesel yazar gibi yazdım. Bu anılar, bu iki yazarın evliliği ileriye kalacak bir belge bence. Her şeyin gerçek olarak yazılması gerekti.

 

Tozlu Altın Kafes, çok etkilendim okurken, düşsel bir roman gibi yaşadığınızı düşündüm. Epeyce yankı uyandırmış, ama sizin eleştirilere cevabınız çok güzeldi, size yaraşır şekilde saygı uyandırıyordu açıklamanız. Sorularımız çok ama başka zamana diyelim. Söyleşimize içtenlikle verdiğiniz cevaplar için çok teşekkür ediyorum Nazlı Hanım, iyi ki edebiyatımızdasınız, dilerim hep yazın.

 

Ben teşekkür ederim sorularınız ve sohbetiniz için.

 

 

BERDÜCESİ - Sayı: 3